Barikatların açılması (II. Bölüm)
Avrupa 21/08/2022
“Benim yurdum ikiye bölünmüş ortasından
Hangi yarısını sevmeli insan”
Neşe Yaşın
Ayrılırken, solumuzda kapalı şehir ve harabeye dönüşmüş evlerle, dikenli tellere paralel yol aldık... Orada günün en tüyler ürpertici deneyimimizi yaşadık. Duvarların üzerinde hala EOKA B’nin Makarios karşıtı sloganları vardı: “Musko’ya ve onun saçmalıklarına ölüm...”, “Yaşasın Digenis”, “Yaşasın Enosis”… Bize Türk ordusunu, göçmenliği, yerlerimizden edilmişliği getirdiler… Bizse Girne denizini suçluyoruz. Hayır, bize onları Girne denizi getirmedi. Bize onları bu sloganları yazanlar getirdi. Bu hem içeriden hem dışardan kurgulanan bir işti.
Dönüş yolunda, Mağusa’nın birkaç kilometre dışında, ışıklı büyük bir minare dikkatimizi çekti… Tabelaları okumak için yavaşladım. Sağdaki çıkışta, tabelalarda Muratağa, Sandallar, Atlılar köylerinin isimleri yazıyordu. Vücudumu bir ürperti sardı ve saç tellerime kadar ulaştı. Gerçekten de “dünyayı sırtlanacak cırcır böceği yoktur…” Mağusa hala oradaydı, aynı şekilde Muratağa, Sandallar ve Atlılar da… Sağa, katliamın yapıldığı yere doğru dönmeye cesaret edemedim…
Üzerinde çalıştığım tüm suçlar arasında, tezimi bunun üzerine yaptım. EOKA B’nin Ağustos 1974’te bu üç Kıbrıs Türk köyünde işlediği suç, Kıbrıs Rum milliyetçiliğinin işlemiş olduğu en korkunç suçtu. Üç köyün tüm kadınlarını ve çocuklarını toplayıp soğukkanlı bir şekilde infaz ettiler. Kurbanların çoğu çocuktu. Katliamdan kısa bir süre sonra, Atlılar’ın kurbanları köyün arkasındaki bir toplu mezarda bulundu, Muratağa ve Sandallar sakinleri, köyün çöplüğünde infaz edilmiş ve yarı yanmış halde bulundular. Dürüst olmam gerekirse, yakınlarından ne kadar geçersem geçeyim, çok istesem de bu köylere dönmeye hiçbir zaman cesaret edemedim. Oradan sağ çıkacağımıza inanmıyordum.
Girne’ye doğru yolumuza devam ettik. Barikatların tekrar kapanma tehlikesi vardı, ancak Girne’nin güzel limanını ziyaret etme fırsatını kaçırmak istemedik. Bu belki de tek fırsattı… Girne’yi en son 1974 yılının haziran ayında, savaştan bir ay önce ziyaret etmiştim. Ailece Bellapais’te bir hafta tatil yaptık ve babam bizi adanın tüm kuzey kesimini gezdirdi. O zaman Girne’ye yeniden ayak basana kadar, aradan otuz yıl geçeceğini kim bilebilirdi?
Gün batımından sonra Girne limanına vardığımızda, zamanın başka bir boyutunda gibiydik. Hayal ettiğimiz gibi, yeniden birleşmiş, kardeş kardeş yaşadığımız bir Kıbrıs’ta… Yüzlerce Kıbrıslı Rum muhteşem limana akın etmişti, oturup kahve içmek için masa bulmak mümkün değildi. Bir coşku, iyimserlik atmosferi vardı ve insanların birbirine yaklaştığını ve iletişim kurmaya çalıştığını, anlaştığını ve diğerlerinin kalp atışlarını dinlediğini görebiliyordunuz. Kimdi bu “diğerleri?” Ellerinde eski aile fotoğraflarının olduğu çerçeveler ve hatıra albümleri tutmuyorlarsa, kimin Kıbrıslı Rum kimin Kıbrıslı Türk olduğunu anlayamazdınız. “Barbarlar”, geri dönüş gününün, Kıbrıslıların Kıbrıslılarla gerçek “enosisinin” olacağı günün geleceğini umut ederek, fotoğrafları bizim için saklamışlardı.
Bir an için vatanın küçültülmediği, ihanete uğramadığı ve fethedilmediği yanılgısına kapılabilirdiniz… Sanki kalpler devleşip Saint Hilarion Kalesi’ne ulaştı… Ne diyorum ben! Yıldızlara kadar devleştiler ve milliyetçiliğin ektiği kin ve hasedi yendiler… Tarihi, bir anda silinmiş gibi hissettiniz... Ancak küçük teknelerdeki ve pahalı yatlardaki Türk bayrakları ayaklarımızı yere bastırdı. Ne yazık ki, çözüm ve yeniden birleşmeye giden yol, Girne’nin küçük limanında pazarlık edilmiyordu ve bu yolun, o zamanlar hepimizin umduğundan daha uzun olduğu ortaya çıktı.
Tony Angastiniotis
“Bir Hikâye Anlatmak İçin Bin Ses Gerekir” isimli kitabımdan alıntı…
Avrupa 21/08/2022
“Benim yurdum ikiye bölünmüş ortasından
Hangi yarısını sevmeli insan”
Neşe Yaşın
Ayrılırken, solumuzda kapalı şehir ve harabeye dönüşmüş evlerle, dikenli tellere paralel yol aldık... Orada günün en tüyler ürpertici deneyimimizi yaşadık. Duvarların üzerinde hala EOKA B’nin Makarios karşıtı sloganları vardı: “Musko’ya ve onun saçmalıklarına ölüm...”, “Yaşasın Digenis”, “Yaşasın Enosis”… Bize Türk ordusunu, göçmenliği, yerlerimizden edilmişliği getirdiler… Bizse Girne denizini suçluyoruz. Hayır, bize onları Girne denizi getirmedi. Bize onları bu sloganları yazanlar getirdi. Bu hem içeriden hem dışardan kurgulanan bir işti.
Dönüş yolunda, Mağusa’nın birkaç kilometre dışında, ışıklı büyük bir minare dikkatimizi çekti… Tabelaları okumak için yavaşladım. Sağdaki çıkışta, tabelalarda Muratağa, Sandallar, Atlılar köylerinin isimleri yazıyordu. Vücudumu bir ürperti sardı ve saç tellerime kadar ulaştı. Gerçekten de “dünyayı sırtlanacak cırcır böceği yoktur…” Mağusa hala oradaydı, aynı şekilde Muratağa, Sandallar ve Atlılar da… Sağa, katliamın yapıldığı yere doğru dönmeye cesaret edemedim…
Üzerinde çalıştığım tüm suçlar arasında, tezimi bunun üzerine yaptım. EOKA B’nin Ağustos 1974’te bu üç Kıbrıs Türk köyünde işlediği suç, Kıbrıs Rum milliyetçiliğinin işlemiş olduğu en korkunç suçtu. Üç köyün tüm kadınlarını ve çocuklarını toplayıp soğukkanlı bir şekilde infaz ettiler. Kurbanların çoğu çocuktu. Katliamdan kısa bir süre sonra, Atlılar’ın kurbanları köyün arkasındaki bir toplu mezarda bulundu, Muratağa ve Sandallar sakinleri, köyün çöplüğünde infaz edilmiş ve yarı yanmış halde bulundular. Dürüst olmam gerekirse, yakınlarından ne kadar geçersem geçeyim, çok istesem de bu köylere dönmeye hiçbir zaman cesaret edemedim. Oradan sağ çıkacağımıza inanmıyordum.
Girne’ye doğru yolumuza devam ettik. Barikatların tekrar kapanma tehlikesi vardı, ancak Girne’nin güzel limanını ziyaret etme fırsatını kaçırmak istemedik. Bu belki de tek fırsattı… Girne’yi en son 1974 yılının haziran ayında, savaştan bir ay önce ziyaret etmiştim. Ailece Bellapais’te bir hafta tatil yaptık ve babam bizi adanın tüm kuzey kesimini gezdirdi. O zaman Girne’ye yeniden ayak basana kadar, aradan otuz yıl geçeceğini kim bilebilirdi?
Gün batımından sonra Girne limanına vardığımızda, zamanın başka bir boyutunda gibiydik. Hayal ettiğimiz gibi, yeniden birleşmiş, kardeş kardeş yaşadığımız bir Kıbrıs’ta… Yüzlerce Kıbrıslı Rum muhteşem limana akın etmişti, oturup kahve içmek için masa bulmak mümkün değildi. Bir coşku, iyimserlik atmosferi vardı ve insanların birbirine yaklaştığını ve iletişim kurmaya çalıştığını, anlaştığını ve diğerlerinin kalp atışlarını dinlediğini görebiliyordunuz. Kimdi bu “diğerleri?” Ellerinde eski aile fotoğraflarının olduğu çerçeveler ve hatıra albümleri tutmuyorlarsa, kimin Kıbrıslı Rum kimin Kıbrıslı Türk olduğunu anlayamazdınız. “Barbarlar”, geri dönüş gününün, Kıbrıslıların Kıbrıslılarla gerçek “enosisinin” olacağı günün geleceğini umut ederek, fotoğrafları bizim için saklamışlardı.
Bir an için vatanın küçültülmediği, ihanete uğramadığı ve fethedilmediği yanılgısına kapılabilirdiniz… Sanki kalpler devleşip Saint Hilarion Kalesi’ne ulaştı… Ne diyorum ben! Yıldızlara kadar devleştiler ve milliyetçiliğin ektiği kin ve hasedi yendiler… Tarihi, bir anda silinmiş gibi hissettiniz... Ancak küçük teknelerdeki ve pahalı yatlardaki Türk bayrakları ayaklarımızı yere bastırdı. Ne yazık ki, çözüm ve yeniden birleşmeye giden yol, Girne’nin küçük limanında pazarlık edilmiyordu ve bu yolun, o zamanlar hepimizin umduğundan daha uzun olduğu ortaya çıktı.
Tony Angastiniotis
“Bir Hikâye Anlatmak İçin Bin Ses Gerekir” isimli kitabımdan alıntı…